Canlıya dair hiçbir iz yok. Güçlü bir lodos uçurumun kenarına kurulmuş köyün içinde evleri yalayarak ve her yalayışta bu toprak damlı evlerden bir lokma kopararak geziniyor. Ben direniyorum, bana kapısını açacak bir ev arıyorum, tanıdık bir ev belki de benim olan bir ev. Arkamdan beni sürükleyen rüzgâr benden kopardığı benleri önüne katıp götürüyor. Kaç tane ben varmış bende? Şaşıyorum, benim hala bende olduğunu hissederek benden koparak uzaklaşan benlerime bakıyorum.
“Bila bila bila! Üzgünüm, kesiyorum ama dayanamadım. Bu arada kafanın içinde yankılanacağını düşündüğüm sesimi dublajlı Hollywood filmlerindeki karizmatik, boş konuşmayan, bilge adamın sesi olarak kodlarsan sevinirim. Hadi ama çok fazla film seyrettiğini biliyorum, senin için hiç zor olmasa gerek. Ne diyordum? Ne dediğimi hatırlıyorum o cümleyi bir başlangıç olması için kurdum. Dayanamadım. Nedir bu Allah aşkına, bir öykü mü? Beğenilmek için çıldıran cümlelerden oluşacak olan bir öykü yazacaktın herhalde. Tam burada güzel bir küfür iyi olurdu ama kafanda kodladığımız ses tonuna tamamen ters düşerdi. ‘… benim hala bende olduğunu hissederek benden koparak uzaklaşan benlerime bakıyorum,’ nedir bu Allah aşkına. İleride ünlü bir yazar olarak isim yapabilirsen kuyuya attığın bu deli saçması şeyleri birileri çözümler ve attığın taşları çıkarmaya çalışırken senin hiç aklına gelmeyen derin anlamlar yükler o taşlara; sen bile şaşarsın belki. Hayatta olursan tabi. O sırada bedenin toprak altında çoktan besin kaynağı olma işini bile tamamlamış olabilir. Tanrıcılık oynamak hoşuna mı gidiyor, lütfen durma ama şu beğenilmek fantezisini kafandan at. Zavallı Vincent’i son zamanlarda çok düşündüğünü bildiğim için ondan örnek vermek isterim. Hayatı boyunca sefalet içinde yaşadı, yaptığı tablolardan yalnızca bir tanesini satabildi, hayattayken kimse onu anlamaya bile çalışmadı. Kemikleri bile çürümüş olan Vincent’in bugün tabloları milyon dolarlara satılıyor. Bir sürü akıllı insan onu şimdi anlamaya çalışıyor, ‘ Van Gogh kulağını neden kesti?’ ya da ‘Gerçekten intihar etti mi?’ diye kafa patlatıyorlar. Zavallı Vincent dememin sebebi tüm bunların ona hiçbir yararının dokunmayışı. Yapamayacağını biliyorum ama keşke şu beğenilmek fikrini kafandan atabilsen. Seni beğenmesini istediğin canlıya bir bak, adı üstünde insan. Dünyaya gelmiş gelecek en korkunç canlı. Dünya’nın en güçlü sanayilerinden biri olan silah sanayisini düşünsene; kendilerine tehdit oluşturan korkunç bir canlıya karşı mı gelişti bu sanayi? Malesef insan denilen yaratığın kendinden olanları yok etme çabasından başka bir şey değil. (Allah aşkına bu korkunç gerçeği kavrayan tek insan ben miyim?) Hayvanlar arasında, eğer onları duyabilseydik, en büyük hakaret, ’Sen tam bir insansın,’ olurdu bence. Bir insan iyi ve güzel şeyler düşünmeye ne zaman başlar biliyor musun? Hemen söyleyeyim bütün doğal ihtiyaçları karşılanmışsa. Yani karnı tok, sırtı pekse. Tabi korkunç bir canavarla karşı karşıya ise işler değişir, o anda da tek düşündüğü kendi canını kurtarmak olur. Sanatçı dediğimiz ve çok önemsediğimiz o insanlar, o korkunç canavardan uzakta, karnı tok, sırtı pek olanlardan başkası değil. Vincent o tabloları yaparken tek düşündüğü onları satarak karnını doyurabilmekti, sonradan bir dahi olarak adlandırılacağını hiç düşünmeden yaptığı o tabloları. Sen de düşünme.
Neden öyle boş bakıyorsun? Bırak şu kendini beğendirme saçmalığını diyorum yani. Hop karizmatik ses tonuma ne oldu benim. Fark ettim, ‘boş bakıyorsun,’ lafından sonra sesimi kaybettin. Her neyse boş verelim şimdi onu, kaybolduğu iyi oldu aslında o ses bende bile bir beğenilme duygusu estiriyordu. Şimdi rahatladım. Bak kızım! (Aaa! Bu çaçaron mahalle karısı sesini de nereden buldun? ‘Bak kızım,’ derken bir anne şefkatiyle sesleniyordum. Ne yapalım sen kaşındın.) Her yerde kendini göstermek için çırpınıyorsun ya, sonra da rezil oluyorsun, günlerce haftalarca için içini yiyor. Genellikle boş konuşuyorsun; boş ve gereksiz. Sus be canım, sus be kuzum. Ağır ol da hanım desinler. Konuşma, yaz ama kimsenin beğenmesi için değil. Bizde biliyoruz yazılacak orijinal bir şey kalmadığını. Bak senin bahtsızlığın dünyaya çok geç gelmiş olmak. Cervantes’ten hemen sonra yaşamalıydın. O zaman da aynı bugün yazdıklarını yazsaydın, o gün kimse seni iplemezdi ama bir ihtimal bugün önemli bir isim olurdun. Eee! Senin haberin olmazdı tabi. Ölümden sonra badem gözlü olanlar kervanında yerini alırdın. Kimileri buna ölümsüzlük dese de ben ‘tırt’ diyorum.
Hani gencecik, yakışıklı bir oğlan vardı, sana veriyorlardı o oğlanı. Bir de genç ve güzel bir kız vardı; yardım mı ediyordu o sana? Anlamıştın, senin olması gereken yakışıklıyla o kız bir birine âşık olmuşlardı. İkisinin ellerini birleştirip onların kavuşmasını sağlamış kendin aradan çekilmiştin. İçin burkulmuştu. Rüya mıydı bu? Sen önemli biriydin galiba. İyi insan olmak adına mı birleştirmiştin onların ellerini. Yani yine beğenilmek takdir edilmek için. Hatırlayamıyorum. Sen hatırlarsın belki. Onu yaz ama o oğlanı verme kimseye. Âşıkları kavuşturmak sana mı kaldı. Bırak düğüm olsun her şey, okuyanlar merak etsin âşıkların kavuşup kavuşamayacağını. Rüya mıydı bu? Hatırlayamıyorum işte. Seher’in hayatının merak edilecek neyi varmış ki? Yak dedi adam sana, yak, bin bir emekle umutla yazdığın, roman dediğin o şeyi yak. Yakamazsın değil mi? Bari adını değiştir. Mesela ‘Seher Nasıl Kurtulur’ olsun. En azından merak uyandırır belki.
Ya da yukarıda başladığın saçmalığı bitirmeye çalış. Bak, aradığın kapının üstünde bir inek kafatası asılı, boynuzlu. Nereden mi biliyorum? Ben rüzgârın senden kopardığı o benlerden biriyim belki de. Hee he he! Saçmalığın saçmalığı.”